Dinozor ve 12 bebeler

Rüyamda yazlık evin bahçesinde konuşan dinozorun teki doğum yapıyordu. Ama böyle sağa sola koşturup kusar gibi sesler çıkarıp 10-12 tane yavru doğurdu. (Yumurta değil) bi de hanfendi “Akşama arkadaşlar alıp bira patatese gidicez çabuk doğun” diyordu veletlere. Veletler ıngar çıngar doğuyor böyle. 12 tane falan.

Götüm artık nasıl açıkta kaldıysa.

Bu arada rüyanın ana konusu dinozor ablamız değil. Kanser ilacı olarak kullanılacak Vişne reçeli. Refika’nın organik sirke yapımı videosunu gönderen arkadaş, bunun müsebbibi sen olabilirsin.

Annem üzülüyor “ya kızı yalnız bırakıyoruz 12 bebeyle” diye. “Ulan anne alet dinozor lan buradan kaçması gereken biz değil miyiz” diyemiyorum. “Dinozor abla bi ihtiyacın var mı” diyorum.

“Dedim ya arkadaşlar alacak bira pattis yapcaz, keyfim yerinde” diyo yine… 

Canım bira patates istiyo galiba?!

Neyse işte evi kitledik bindik arabaya geldik İstanbul’a. Annem yol boyunca bahçedeki çiçekleri yemeseler Zekeriya diyip durdu babama. Bi yandan da 1500 lira verip vişne reçeli almışım (mayalanabilir bi reçel). Kanseri iyileştiriyormuş. Kanser hastalarına bağışlayacağım. Reçeli…

Eczacı bi arkadaşa (Oytun) soruyorum “La bu reçelin 200 gramı niye 1500 lira” diye. Anlatıyor işte organik kalan son şey buymuş. Organik mayalanmış reçelin içindeki şeker kanser hücresini öldürüyormuş. “Lan kimi skiyosunuz reçel mayalanmaz kaynatılır üstüne şeker konur” diyemiyorum. Bi bildiği vardır diye. Ortalama bi senede tüm kanser hücrelerini öldürüyormuş reçel. Her kahvaltıda yenecek ama.

Sonra gıda mühendisi bi arkadaşla inceliyoruz reçeli. Cidden kaynatmadan yapıldığını, mayalandığını keşfediyoruz. Ama Bayer ibnesi tekrar mayalanmasın diye genetik kodlama yapmış. Genetik mühendisi arkadaşla çözüyoruz olayı. Bir kavanozdan tonlarca yapıp beleşe dağıtıyoruz. Kanser bitiyo dünyada.

Bizim dinozor abla o ara nası oluyosa kanser oluyor. Reçelden yediriyoruz. 12 bebesi “Allah ne muradınız varsa versin” diye sağlığımıza dua ediyor. Sonra Bayer’in yönetim kurulunu yiyorlar. Çıtır çıtır böyle, afiyetle.

Televizyonda ant içiyorlar “elindeki teknolojiyi bedavaya insanlık hizmetine sunmayan kim varsa yiycez” diye. Dosta güven, düşmana korku salıyorlar.

Yemin ederim hayatımda ilk defa böyle fantastik rüya gördüm. Götüm nasıl açıkta kalmış öyle böyle belli değil.

Soichiro Honda’nın Öyküsü

1938 yılında, Bay Honda henüz okulda öğrenciyken, sahip olduğu her şeyi bir küçük atölyeye yatırmış, piston ringleri konusunda kendi kafalarında var olan fikri geliştirmeye koyulmuştur. Çalışmalarını Toyota şirketine satmak istediği için gece gündüz çalışmış, dirseklerine kadar yağlara batmış, o atölyede yatıp kalkmış, sonuç alacağına olan inancını hiçbir zaman yitirmemiştir. İşini sürdürebilmek için karısının mücevherlerini bile rehine koymak zorunda kalmıştır. Ama sonunda piston ringlerini tamamlayıp Toyota’ya sunduğunda, bunların Toyota standartlarına uymadığı söylenmiştir. Onu gerisin geri iki yıllığına okula yolladıklarında, öğretmenleriyle arkadaşları ona gülüp durmuş, tasarımlarının çok saçma şeyler olduğunu söylemişlerdir.

Ama o, bu tecrübenin acısına odaklanacağı yerde, amacına olan konsantrasyonunu sürdürmüştür. İki yıl daha geçtiğinde, Toyota ona hayalindeki anlaşmayı sunmuştur. İhtirasıyla inançlarının sonuç verişi, ne istediğini bildiği, eyleme geçtiği, nelerin iyi sonuç verdiğine dikkat ettiği, istediğine ulaşıncaya kadar yaklaşımını sürekli değiştirdiği içindir. Ama o sırada ortaya yeni bir sorun çıkmıştır.

Japon hükümetinin savaşa hazırlandığı günlerdir o günler. Fabrikasını kurmak için ihtiyacı olan betonu ona vermemişlerdir. Peki, o vaz mı geçmiştir o zaman? Hayır. Bunun ne büyük haksızlık olduğuna mı konsantre olmuştur? Rüyasını ölmüş mü saymıştır? Asla. Yine tecrübelerini kullanmaya karar vermiş, başka bir strateji geliştirmiştir. Ekip arkadaşlarıyla birlikte, kendi betonlarını yapabilecekleri yeni bir süreç geliştirmiş, fabrikasını öyle kurmuştur.

Savaş sırasında o fabrika iki kere bombalanmış, imalat tesislerinin önemli bölümleri mahvolmuştur. Honda’nın cevabı ne olmuştur o zaman? Ekibini toplamış, ABD ordusunun fırlatıp attığı benzin tenekelerini biriktirmeye koyulmuştur. Bunlara “Başkan Truman’ın Armağanları” diye isim takmıştır, çünkü niyeti o tenekeleri kendi imalatında hammadde olarak kullanmaktır. Savaş sırasında Japonya’da bu tür maddeler bulunmamaktadır. Sonunda bütün bunları arkasında bıraktığında, bu sefer de bir deprem, fabrikasını yerle bir etmiştir. Honda da o sırada piston operasyonunu Toyota’ya satmaya karar vermiştir.

Savaştan sonra Japonya’da korkunç bir benzin kıtlığı başladı. Bay Honda ailesi için yiyecek alışverişine bile arabasıyla gidemez oldu. Sonunda çaresizlik içinde, bisikletine küçük bir motor taktı. Hemen ardından komşuları, “Bize de öyle motorlu bisiklet yaparmısın?” demeye başladılar. Bir, iki derken sonunda Honda’nın elindeki motorlar tükendi. O zaman, yeni icadı için motor yapacak bir fabrika kurmaya karar verdi, ama ne yazık ki elinde sermaye yoktu.

Tıpkı daha önce yaptığı gibi, bu sefer de ne yapıp yapıp bir yolunu bulmaya karar verdi! Japonya’daki 18.000 bisikletçi dükkanına birer mektup yazdı, icadının getireceği hareketlilikle Japonya’ya yeniden hayat verebileceklerini söyledi. İçlerinden 5.000 tanesi ona istediği sermayeyi vermeye razı oldu. Yine de, yaptığı motorlu bisikleti ancak azimli bisiklet severlere satabiliyordu, çünkü bunlar çok kocaman, çok ağır şeylerdi. Bunun üzerine son bir değişiklik daha yaptı. Çok daha hafif, küçük bir motorlu bisiklet modeli yarattı. Adını “Super Cub” olarak seçti.

Bir gece içinde başarıya ulaştı. Kendisine İmparatorluk Nişanı verildi. Daha sonra motorlu bisikletlerini Avrupa ve Amerika’nın yeni kuşak çocuklarına yönelik olarak ihraç etmeye girişti. Yetmişli yıllarda da, o kadar tutulan otomobilleri ile ortaya çıktı.

Bugün Honda şirketi, ABD ve Japonya’da 100.000 kişi çalıştırmaktadır. Japonya’nın en büyük oto üreticilerinden biri sayılmaktadır. ABD içindeki satışları da Toyoto’dan fazladır. Bu başarı, bir tek adamın, koşullar ne olursa olsun, bir karara sürekli bağlı kalıp onu uygulamaktaki değeri ve gücü anlaması sayesinde gerçekleşmiştir.

ANTHONY ROBBINS/İçindeki Devi Uyandır

1991 yazıydı

Tabi el kadar çocukken farkında olmuyorsun, sadece bir tatildesin sanıyorsun. Ne de olsa orada bir evin var.

Meğer annenle baban ayrılmış, annen almış seni ve kardeşlerini götürmüş genç kızken aldığı, 550 kilometre ötedeki evine. Anlam veremiyorsun, “hiç kullanılmayan bu eve, sadece yazın gitmek için neden kışlıkları da getirdin?”

Sezen Aksu’nun Gülümse’si yeni çıkmış. Annen sürekli dinliyor, sen de haliyle dinliyor oluyorsun. O kadar kaset varken sürekli onu dinlemesi, ama özellikle bir şarkıyı sürekli başa sarıp dinlemesi.

Sonra bir gün baban geliyor, yaz tatili bitiyor. Yine anlam veremiyorsun, çünkü yaz tatillerine baban hiç gelmez. (Şaka etmiyorum, babam hiç yaz tatili yapmamıştı bizimle).

Bir sonraki yaz ve her sonraki yazda, babanla birlikte tatil yapıyorsun.

 

Bütün bunlardan aklında şu kalıyor: 1991 yazının ne kadar güzel, ne kadar müstesna, ne kadar “Sezen Aksu” bir yaz olduğu.

 

Günaydın!

Buraya yazmıyorum içimdekileri ne zamandır. Unuttuğumdan daha ziyade, yazmak istemediğimden. Şu an içimdekileri dökmem lazım, çünkü “hayatın devam etmesi” çok boktan.

Hayat nasıl devam ediyor yahu? Hayattan tad aldığın anlarda yanında olan(lar) yokken, hayat nasıl, niçin devam ediyor? Tadsız hayat mı olur?

İletişim “0”a inmiş olsa, hatta 5 yıldır hiç konuşmamış, karşılıklı karpuz suyu içmemiş olsan bile her şeyin “ilk”ini yaptığın insan(ları)ın artm hayatta olmaması daha çok yalnız ve çaresiz hissettiriyor. Hani derler ya, gitmesen de kalmasan da orda uzakta bir köy olduğu yeterli olmuyor muydu?

Oysa ilkokuldan lise bitene kadar her okul çıkışında gidip bi karpuz suyu, bulamadın limonata içerdin.

Hele ki bu insanlar sana sabi sübyan iken “zalambOdOnt” demene neden olanlarken.

Vay anasını ya! Cidden yaşlandıkça yalnızlaşıyormuş insan ama kimse bize herkes öldüğü için olduğunu anlatmamış bunu.

Baktıkça içim acıyor. Son bir kez görmüş olamamak fena koyuyor. Sonucu değiştirmeyecek olsa bile son bir kez görmüş olmak istiyorum resmen. Aklım allak bullak, gidişatım kötü. Ait olduğum ilk “çete” artık ilelebet yok.

Babam çocukluk arkadaşlarından bahsederken gözleri parlar, onlarla bir araya geldiğinde çocuklar kadar şen olur gözlerinin içi. Benim çocuklarım beni o şekilde göremeyecek. Bunu nerden düşündün deme, bunlar karıştırıyor aklımı şu an.

Çorbaya döndüm.

Yine sana geri geldim

Merhaba gurbet merhaba.

Arada bir içimden geçenleri dökmek için geliyorum sana Jazzirti. Şimdi o anlardan birindeyim.

Yazmak istedim ama, onun yerine biraz saçmalamak istiyorum sana. Yoksa akıl sağlığımı koruyamayabilirim.

Ya geçenlerde burnuma bir sinek kondu onunla çok güzel bir sohbet yaşadık. ev sahibine ziyarete gelen kişi o olduğundan selam verdi. Kitapda da yazar selam verenin selamını almamak günah. Aldım selamını.

-Ağbi kusura kalma tanrı misafiriyiz iniş takımları erken açıldı senin burnuna acil iniş yapmak zorunda kaldık
+Eyvallah hacı da umarım o takımlar daha önce bir takım yerlere takılmamıştırlar
-Yok yok abi ben yeni çıktım larvadan
+İyi iyi.

Neyse hayat hikayesini anlattı bana. çok çileler çekmiş. Bunun yumurta olarak bırakıldığı dereyi kurutmuşlar tüm koloni göç etmek zorunda kalmış, yolda koloninin yarısı telef olmuş, kuraklıktan plazmalarındaki sıvı miktarı neredeyse %12 ye düşmüş sonra kurbağalar kelebekler saldırmış. Çok yazık olmuş hayvanlara.

Biraz soluklandı mutfaktan bal reçel getirdim. Otlandı biraz.

Devam ettik konuşmaya. referansları güzel çocuğun. Hastalıklı kimseden kan emmemiş. E iyidir dedim. Sonra sebebi ziyaretini açıkladı

-Abi ben açıkçası buradan geçiyordum iniş takımları sorun yaşamasaydı senin yan komşudan tedarik ediyorum kanı. Sana kanım kaynadı bak referanslar da burada izin verirsen bu seferlik senden tedarik edelim. Hem saat de geç oldu Gonca hanımın tokmakçısı gelmiştir araya girmeyelim.
+Afiyet olsun abicim kan yapar.

Neyse. Hayvan emdi emeceğini gitti. Yara da yapmadı efendi emdi.
Doğal seleksiyon bu olsa gerek değil mi.

Microsoft ve zamanının ötesindeki pazarlama hamleleri

Evimde şu an itibariyle Microsoft’a ait hiçbir ürün yok, öncelikle kesinlikle bir MS Fanboy’u olmadığımı belirterek başlayayım söyleyeceklerime.

David Byrne’ı bilir misiniz? Edie Brickell, Weezer? Take Five?

Benim yaşlarımda olup da, bilgisayar ile ilgili bir işler yapan hemen herkes bu isimleri biliyor, hepsini de Microsoft’un Windows CD’lerinden çıkan media klasöründen veya yeni yükledikleri Windows Media Player’dan. Bunlar çok az, düşününce ilk aklıma gelenler. Bu yazıyı da zaten 15 saniye kadar düşündükten sonra yazmaya karar verdim.

Günümüzün yuppie pazarlamacıları, geçmişi değerlendirmekten yoksun olarak “AEAAĞBEAAA APPLE YARMIŞ YEAAAĞĞ” dedikleri her anda, aslında yapılanın Microsoft’un zamanında yaptığı şeylerin tekerrürü olduğundan bihaber.

Tablet PC mesela. Ulan Bill, daha laptop denen naneye alışamamışken 2001’de neden piyasaya dokunmatik ekranıyla kullanılabilen, klavyesiz bir bilgisayar sürdün ki? Şimdi Tablet’in yaratıcısı Apple diye takılıyor millet. Hem de yaptığın cihazın daha ilk versiyonu tam teşekküllü bir bilgisayardı. optik sürücüsü vardı yahu? Daha ne olsun?

Demem o ki, hani bir laf vardır, geek muhabbetinde “Eaağbi aslında 5 yıl sonra piyasaya çıkaracakları her şeyi hazır etmişler bu kullandığımız teknolojiler ne kiea” şeklinde dönen.

Microsoft acele etmeyeydi de o ürünleri bi 5 yıl sonra çıkaraydı, ya da ne bileyim, bağımsız sanatçılara verdiği desteği o dönemlerde değil de, şimdilerde verseydi, bu kadar nefret edilen bir firma olmazdı muhtemelen.

Ben kendilerine teşekkür ediyorum aslında. Daha sümük boyutundayken beni Weezer, David Byrne, Edie Brickell, Dave Brubeck gibi bir sürü müzisyenle tanıştırdığı için.

Alın size bonus:

Bugün açılacak bloglara isimler!

Tabii ki de Jazzirti!

Çok çok uzun zamandır blog tutmuyor oluşum tamamen üşengeçliğimden ileri geliyordu. Bilenler bilir, bir dönem dünyanın en pinti insanı olmaya karar verdiğim için tüm hosting işlerimi EVDEN, adını “Operating System Multifunctional Application Negotiator – OSMAN” koyduğum bir bilgisayar üzerinden gerçekleştiriyordum. (YUH)

Sonra ne oldu?
Ben yaşlandım, gürültüye dayanamaz hale geldim ve bir gün çok gürültülü çalışan OSMAN’ın fişini çekiverdim. Zaten profesyonel olarak yazı yazdığım için, kişisel bloguma yeteri kadar vakit harcayamıyordum.

Zaten, arşivi ile birlikte tekrar çalıştırdığım ve gördüğünüz bu blog efendiye baktığınızda, pek de mantıklı lakırdılar etmediğimi anlamak için siberyon olmanıza gerek yok :)

Neyse, aradan geçen 3 kadar koca yılın ardından, fark ettim ki, ben yazmak istiyorum.

Bu sebeple, arşivin buz gibi soğuk sularından gelen merickara.net tekrar yayına girdi.

Bakalım iyi mi oldu, kötü mü oldu.

OSMAN’ı merak edenlere kendisinin şu anki bir fotoğrafını ekliyorum:

OSMAN - Operating System Multifunctional Application Negotiator
Operating System Multifunctional Application Negotiator – OSMAN

Sakin olmam lazım

Çıkcanlı: Acele ettiğini bile bile, acele etmeden duramayan, acelesi yüzünden eline yüzüne bulaştıran, heyecanlı ve bir o kadar aptal, sabırsız kişi. Nam-ı diğer Meriç.

Cem Mumcu’ya Çok Açık Mektup

Dikkat! Bu bir mim‘dir. http://kedikumu.blogspot.com adresinden alınmıştır, Asıl yazarı kedikumu‘dur.

Muhterem Cem Mumcu Bey,

Öncelikle aşure gününüzü kutlarım.

Cem Bey, beni tanımazsınız. Aklına estiklerini arada blog’una karalayan sıradan bir internet kullanıcısıyım. Gizli bir örgüt üyesi falan değilim. Herhangi bir çeteye mensup da değilim. Son birkaç aydır internette olup biten bir takım şeyler benim çok canımı sıkıyor. Sizinle biraz dertleşmek için, canı sıkılan dostlara da bir selam olsun diye yazıyorum bu satırları. Kabul buyurursanız…

Sayın Cem Bey,

Siz beni tanımazsınız ama ben sizi sakalınızdan ve gözlüğünüzden nerede görsem tanırım, unutmam mümkün değil. Doğal akışınına koyverilmiş sıcacık bir sakal şöyle çalımlı bir gözlükle tamamlanmışsa şayet ortaya çıkan muhteşem aromanın büyüsü hepimizi derinden etkiler, işte bilirsiniz… Tarih -yoksa masal mı demeli- kitaplarında resimlerine çokça rastladığımız ünlü simalardan belleğimize düşmüş bir imge olmalı bu ya da şu meşhur ak sakallı dede meselesi…

Söylemesi ayıp; bir Ayşe Arman röportajıyla tanıdım sizi ilk kez. Haklısınız kavgada söylenmez; ama gerçek bu Cem Bey, biz sizi Ayşe Arman’la tanıdık. Hıncal Uluç’tan sonra bu coğrafyaya düşmüş en yetenekli ‘PR Specialist’ olarak hayranlıkla izliyoruz kendisini her zaman. Pek mühim şahıslara ve şöhretlere ara ara cila atma, yeni ürünlerin lansmanını üstlenme, trendleri belirleme ve ülkeye yepyeni şöhretler kazandırmada eline su dökülemez, takdir edersiniz. Siz Ayşe Arman’a kaç kez röportaj verdiniz Cem Bey? Neyse, neyse, özür dilerim, konu bu değildi…

Cem Bey, çok ünlüsünüz. “Ünlülerin psikiyatristi” sıfatını kendinize konduramadığınızı biliyoruz, lakin 5 yıldır gündemden hiç düşmeyerek mütemadiyen ortalıklarda dolaşmanız acaba başka neyle açıklanabilir? Siz medyasever misiniz Cem Bey? Şöhretperver misiniz? Her uzatılan mikrofona hiç sektirmeden “genel bir toplumsal kokuşmuşluk”tan söz açarken, “ünlü olmaya” savaş açmış kıymetli bir aydınımız olarak medyayı bu çirkinliğin neresine konuşlandırıyorsunuz? Yoksa “O beni seviyorsa ben onu daha çok severim” gibi –tövbe estağfurullah- bir Hz. Mevlana düsturunu yanlış idrakin tezahürü müsünüz? N’apıyorsunuz Cem Bey?

Şu sözler size mi ait saygıdeğer psikiyatrist ve ulu yazar Cem Mumcu; “Çok tehlikeli bir durum var, çok tehlikeli bir yere doğru gidiyoruz.” 2007 yılındaki, internetin konuşulduğu Beyazıt Öztürk’ün CNNTürk’deki aynı programında “Ünlü olmak istiyorum. Ünlü olursam işler daha kolay olur, çok para kazanırım. Artık değerler değişti, bunu kabul edin :)” diyerek karşınızda pişmiş kelle gibi sırıtan şaşkın bir kıza “Ben burada bir değer göremiyorum. Ben burda “mış gibi” bir şey görüyorum. Ne yaptığın, neyi doldurduğun, gerçekten neyi bildiğin değil, nasıl göründüğünden başka hiçbir şey göremiyorum ben burada. Bu “as if” gibi bir şey, “mış gibi” bir şey. Çok tehlikeli bir şey. Kimse gerçek değil.” diye devam eden siz değil miydiniz? Cem Bey, iyi misiniz?

Bugün kitapları en çok satan şabalak yazarlar sanki bu ülkenin en iyi yazarlarıymış gibi, tutup da twitter gibi şeytan icadı bir sitede en çok takipçisi olan genç kardeşlerin bir bir kitaplarını basıp, yürü be koçum çekmek de neyin nesidir? Hangi akla, hangi izana, hangi kültüre hizmettir, sizin deyişinizle hangi “idrakin” bir tecellisidir? Berbat bir Türkçe’yle kaleme alınmış, bomboş, ceviz kabuğu gibi katır-kutur, tatsız, izdivaç programı avamlığıyla patır patır ortalara dökülüp saçılan bu çamur gibi metinler ne zamandan beri “yenilikçi kalem, farklı üslup, büyük yetenek!” diye edebiyata itelenir kakalanır oldu acaba? İçeriğin, fikrin, felsefenin, mizahın, aklın olmadığı metinde üslup aramak Nuri Bilge Ceylan Cannes’da büyük ödülü alırken “o nasıl elbise!” diye sataşan kukla kılıklı köşe yazarlarıyla aynı derede yıkanmak değil de nedir? Zât-ı âliniz bunu bilemeyecek kadar cahil olamaz, hayır hiç sanmıyorum. Derin bir merak içindeyiz Cem Bey, tam olarak neler oluyor, bizi aydınlatır mısınız?

İlk göz ağrınız Pucca’nın kadın- erkek ilişkilerine bakışındaki yozluğu, kadını ezmiş, yok etmiş erkek egemen dünyayı legalleştiren/doğrulayan ve bunu kampanyanız gereği aynı yavan çizgide büyük bir gayretle bıkmadan usanmadan sürdüren perişan hallerini, blogunda günlük tutarak eğlenen sevimli bir kız çocuğundan bozarak yarattığınız bu reklam-viral gudubetini; yelpazenizin en aklı başında kalemi Sami Hazinses’i postmodernizmin beyinleri altüst eden ‘ben dalgama bakarımcılığıyla’ bağlamış oluşunuzu; Stevemcqueen’in ne söylemek istediği belirsiz mevcudiyetini, ekmek hamuruna benzeyen vasat zekasını parlatıp ‘ağır abi’ diye pazarlama uğraşınızı kimseler görmüyor mu sanıyorsunuz? Peki ya kitabının arkasına –tövbe estağfurullah!- “Twitter’ın Can Yücel’i” tanımını tescil deyu iliştirirken hiç mi vicdanınız sızlamadı, elleriniz titremedi, uykularınız kaçmadı? Mimarı olduğunuz bu ürpertici tabloya dönüp baktığınızda, 13-15 yaşındaki çocukların “demek bu iş bu kadar kolaymış :)” diye kendilerinden geçtiğini, “demek ne ka’ basitlik o ka’ ekmek :)” hezeyanıyla akıllarını yitirdiğini de mi göremiyorsunuz? Bu nasıl bir iştir Cem Bey, izah ediniz?

Çıkıp da “onlar edebiyatçıyım demiyor ki!” diyerek her şeyi çözdüğünüzü mü sanıyorsunuz? Yoksa siz çocuk mu kandırıyorsunuz Cem Bey? “Koskoca adamsınız, size hiç yakışıyor mu?” Yarattığınız bu garabeti, hikmeti kendinden menkul toplum yönlendiriciliğinizi; alengirli işlerin değişmez PR enstürmanı Cem Yılmaz’ın marka değeriyle yağlayıp bu deli saçması ticarete komisyoncu yazılarak; “Türk yayın tarihinin Erol Köse’si” damgasını alnınızın orta yerine vurdurup Pucca gibi maskeyle dolaşmak mı istiyorsunuz? Söyleyin bilelim Cem Bey; aramızda para mı toplayalım, ne yapalım? Cem Bey, ne istiyorsunuz?

Duyduk ki her ay bir başka twitter gencosunun kitabını basmaya devam edecekmişsiniz. Hayırlı işler Cem Bey helal olsun, basın gitsin… Yalnız, gayeniz tam olarak nedir, kitap basmak mı hesap-kitap yapmak mı, bir yol anlatır mısınız? Yok hayır, servet düşmanı falan değilim, rahat olunuz. Ciddi yazarların bu gereksiz konularda kalem oynatacak ne zamanı var ne de bilgisi. İş yine benim gibi kıskançlıktan kapıları, duvarları tekmeleyen, gözüyle gördüğü maskaralıklar karşısında isyan etmeden yapamayan, çok lüzumluymuş gibi kendini bunlardan sorumlu hisseden tuhaf, zevzek adamlara kalıyor. Aslında ben sizin de bir piyon olduğunuzu düşünüyorum, teori yanılmaz, ama komplo teorisinin sırası değil gerçeklerden konuşalım. Konuşun Cem Bey; gözlüğünüzü önünüze, elinizi vicdanınıza koyup da konuşun. Cem Bey?

İşinize gelince maneviyattan, ahlaktan dem vurup, nedir bu rezillik diye sorulduğunda liberalizmin, pazarlamanın arkasına kaçıp sığınmadan, “oyumu AKP’ye verdim” derkenki kadar açık, “kokuşmuşluk var” derkenki kadar net yanıtlar verin bizlere. Öküzoğlu Yayınları yapsa sizin bu yaptığınızı “eh, ticaret..” der geçerdik belki. Dilinizden hiçbir sohbetinizde düşürmediğiniz “Ben her gece iyi olmak ve idrak için dua ederim, para pul için dua etmem” sözlerinizin kıymet-î harbiyesi bu denli ucuz mudur? Yoksa bu kisve altında kendinize ‘güçlü’ bir imaj edinip ortalığı talan etmek için sinsi planlar içinde miydiniz yıllardır?

Birbirlerinin yüzünü görmemiş, sesini dahi duymamış; en derinlerinden kopup gelen, en içten, en sıcak kelimelerle birbiriyle kardeş olmuş, sevmiş, sevişmiş, aşık olmuş, tartışmış; basit, yalın, tertemiz, kimseden hiçbir çıkarı olmadan yazıp-çizen, güldüren, eğlendiren, ağlatan, o leş medyanıza bileklerinin hakkıyla alternatif olmuş internetin güzel çocuklarının arasına; şan-şöhret-para-pazarlama-viral-ajans gibi hiç akıllarının köşesinden geçmemiş kavramları ‘kitap’ kılığında sokarak, akıllarını alarak, tüm dengelerini bozarak, iftiraların, dedikodunun ateşiyle bu mektup da dahil olmak üzere kardeşi kardeşe kırdırmaya mecbur bırakarak, çeteleşmenin, yalakalığın, yağcılığın önünü açarak; İclal Aydın gibi, Rahşan Gülşan gibi, Serdar Kuzuloğlu gibi isimlerini blog’uma almaktan utandığım insanların çığırtkanlığı eşliğinde icra ettiğiniz bu ahlaksız darbeyi; her gece 40 rekat namaza da dursanız kimseler unutmayacak!

Yanılıyor muyuz Cem Bey, abartıyor muyuz, yoksa hasetten çatlıyor muyuz? Pazarlama zirvelerini –tövbe estağfurullah!- ballı sohbetlerinizle onurlandırıp; tutundurma-konumlandırma-meşhur etme-çok satma konularında dersler verdiğinizi de görüyoruz nicedir, -çok şükür- kör değiliz. Türk Edebiyatı ve Faziletleri bölümünden Digital Marketing’e yatay geçiş mi yaptınız siz? Cevapları mı kaydırdınız, dilekçe mi sundunuz, hay’rola Cem Bey, n’aptınız?

Osman Yağmurdereli çektiği rezil diziler hakkında bir canlı yayında bakınız şöyle günah çıkartıyordu: “Ben bu dizileri evet çektim. Hepsi de kötü işlerdi. Çok paralar kazandım, bu işi bir tek para için yaptım. Bir daha da yapmayacağım, herkesten, tüm Türk halkından özür diliyorum.” Hoş, zamanla yalan olmuş bu sözlerinden sonra aynı tempoda ticarete devam ettiyse de bu sözler size bir ipucu olabilir ümidiyle anımsatmak isterim naçizane. Bu sularda bir yerlerde misiniz? Koordinat verin Cem Bey. Nerdesiniz, nerelerdesiniz?

Mektubuma burada çat diye son verip huzurlarınızdan ayrılırken, kıymetli vaktinizi almış veyahut sürç-i lisan ettiysem tekrar tekrar affınızı diler, uyarına gelirse ruh sağlığım hakkında psikolojik bir teşhiste bulunursanız kulunuzu mest edeceğinizi belirterek, yine aynı canlı yayında o kıza söylediğiniz sözlerinizle, tüm Dizüstü Edebiyat mensubu kardeşlerime sizin aracılığınızla yürekten selam ve sevgilerimi iletirim: “N’olur, size söylemiyorum. İçinde bulunduğunuz durum çok güzel anlatıyor her şeyi. Size dair bir şey söylemiyorum.”

Hürmetlerimle…

Fahriye Abla

Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Eviniz kutu gibi bir küçücük evdi,
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;
Bahçende akasyalar açardı baharla.
Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin.
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.
Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,
Hâlâ dağları karlı Erzincan’da mısın?
Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;
Hâtırada kalan şey değişmez zamanla.
Ne vefalı komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Ahmet Muhip DRANAS